30 Mayıs 2011 Pazartesi

Kırmızı Halı İçin 14 Yıl Bekledim!



                                                                                   


Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filminde rol alan Yılmaz Erdoğan'ın sinema macerası büyük bir değişim gösteriyor. Cannes'da görüştüğümüz Erdoğan, Organize İşler'den sonra sinema hakkındaki görüşlerinin değiştiğini söylüyor. O, artık kendim yazarım, çekerim ve yönetirim iddiasında değil.

Geçen yıl, Nuri Bilge Ceylan'ın Yılmaz Erdoğan ile Bir Zamanlar Anadolu'da filminde çalışacağını öğrenince şaşırmadım desem yalan olur. İki ayrı dünyanın sinema insanları onlar. Ceylan, çektiği filmler Türkiye'de az izlense de, Edirne'nin ötesinde hayli heyecanla karşılanan, Cannes gibi dünyanın en önemli festivalinde sıkça boy gösteren, dünya çapında bir sinemacı. Erdoğan ise yurtiçinde filmleri çok fazla izlenen, daha konvansiyonel sinema yapan bir yönetmen. Ayrıca Türkiye'deki sinema ikliminde 'sanat filmi', 'seyirci filmi' gibi yapay ayrımlarda da farklı kutuplara düşen iki sinemacı söz konusu. Bir Zamanlar Anadolu'da bu iki sinemacıyı bir araya getirdi. Getirmekle de kalmadı, birlikte Cannes yolculuğuna çıkmalarına da vesile oldu. Ceylan, Cannes konusunda tercübeliydi. Ama bu macerada Yılmaz Erdoğan ilk defa 'resmen' Cannes'a katıldı ve kırmızı halıda yürüdü. Heyecanlıydı, ki bu çok normal. Bir Zamanlar Anadolu'da'yı ilk defa Cannes'da izledi. Ödül heyecanını yaşadı.
Yakın zamanda Bahman Ghobadi'nin Gergedan Mevsimi'nde de oynayan Erdoğan, bu aralar oyunculuğuyla gündemde. Ama aslında bu olanlar, onun sinema macerasında önemli değişimlerin sinyalleri. O, artık kendim yazarım, kendim çekerim ve yönetirim iddiasında değil. Kah oyuncu olarak bir filme dahil olabiliyor, kah yazdığı senaryoyu bir başkasının çekmesine izin veriyor. Yani yeteneklerini paylaşabiliyor.

Erdoğan'ın anlattığına göre, yönettiği Organize İşler'den sonra başlamış değişim. Tabii sinemaya bakışı da değişmiş. Nuri Bilge Ceylan'la çalışmasının da etkileri var üzerinde. Erdoğan, Cannes deneyimini, Nuri Bilge Ceylan ile olan serüvenini, sinema macerasındaki değişimi anlattı.

- Nuri Bilge Ceylan ile ne zaman tanıştınız? 
- İlginç bir şey söyleyeceğim, biz Nuri Bilge ile yıllar evvel Cannes’da tanışmıştık. Birbirimizi biliyorduk. Ben Vizontele’nin bir gösterimi için Cannes’a gelmiştim. Bilge de Cannes’daydı. Tanıştık, şimdi onun çektiği bir filmle yine Cannes’dayız. Kim derdi ki, Cannes’a birlikte geleceğiz!
- Gerçekten de öyle… Çünkü siz iki ayrı sinemanın insanlarısınız.
- Bence aslında zannedildiği kadar farklı değiliz. Öyle algılanıyor ama işin gerçeği öyle değil. İkimiz de anlatıcıyız. Anlatıcının en temel noktası gerçekçiliktir. İkimiz de çok gerçekçi anlatıcılarız. Sinemaya temel yaklaşımımız aynı. Sadece anlatış biçimimiz farklı. Aynı şeyi farklı ritimde, duygu ölçeğinde anlatıyoruz.
- Nuri Bilge Ceylan’dan teklif geldiğinde şaşırmadınız mı?
- Yok. Beni aradı, bir şey konuşacağını söyledi. Buluştuk. Filmi anlattı ‘Bir komiser rolü var, yazarken hep sen canlandın gözümde, bir oku senaryoyu istersen,’ dedi. Ben ‘Tamam, okumaya gerek yok,’ dedim. Kabul ettim.
- Altın Palmiye adayı bir filmin oyuncusu olarak Cannes’da bulunmak nasıl bir duygu? 
- Sinema bir spor olsaydı burası olimpiyat olurdu. Bu meslekte gelinebilecek en uç nokta burası. Tabii bir yarışma heyecanı yaşıyorsun, diğer filmleri izliyorsun. O filmleri yapan sinemacılarla tanışıyorsun. Herkesin gala heyecanı yaşadığını ve kırmızı halıda yürürken içinin titrediğini görüyorsun. Kimse ‘Benim iki Oscar’ım var artık heyecanlanmıyorum,’ demiyor.
- Cannes nasıl bir tortu bıraktı sizde? 
- Bir Tweet attım: ‘Dünya zahiristansa Cannes onun başkentidir,’ diye. Çünkü dış görünüşü net bir şekilde garantiye almışlar. Hiçbir kabadayı ‘Ben gelirim, smokin giymem,’ diyemiyor. Festivalle alakalı bir parti dünyası var. Sinemanın yarattığı enerjiden beslenen bir turizm var. Bir de gördüğüm kadarıyla ne kadar çok paran varsa o oranda değişen bir Cannes yaşıyorsun.
.
.
.

*Bu röportaj 29 Mayıs 2011 tarihli Sabah Gazetesi'nin Pazar ekinde yayımlanmıştır.
Photo © FIF - Aurore Marechal
Röportaj: Olkan Özyurt

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Cannes'dan NTV'ye geldiler


Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'da Jüri Büyük Ödülü alan ''Bir Zamanlar Anadolu'da'' filminin oyuncuları Yılmaz Erdoğan, Muammet Uzuner, Taner Birsel ve yapımcı Zeynep Özbatur NTV'de Canlı Yayın konuğu oldu.
 http://video.ntvmsnbc.com/#cannesdan-ntvye-geldiler.html

NTV Canlı Ana Haber Bülteni

Ödüllü Ekip Yurda Döndü



Cannes Film Festivalinde Jüri Büyük Ödülü kazanan Nuri Bilge Ceylan filmi 'Bir Zamanlar Anadolu'da' ekibi dün Türkiye'ye döndü.

Akşam Gazetesi
http://www.aksam.com.tr/ceylaninki-buyuk-sans--42701h.html

24 Mayıs 2011 Salı

Cannes'ın 'Bilge'sine jet tebrik


Cannes Film Festivali'nden ödülle dönen Nuri Bilge Ceylan'a devlet tebriği... Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, 'Ülkem adına sevgi ve saygıyla alkışlıyorum' dediği Ceylan'a kutlama mesajı gönderdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise törenden sonra telefon açarak tebrik etti.

Haberin tamamı için;
Akşam Gazetesi
http://www.aksam.com.tr/cannesin-bilgesine-jet-tebrik--42412h.html

Cengiz Semercioğlu Cannes'dan bildiriyor!

                                                                                                                                
Bir Zamanlar Anadolu'da filminde Komiser Naci'yi oynayan Yılmaz Erdoğan, Cengiz Semercioğlu'na verdiği Röportajda ''Bu filmde Nuri Bilge gibi bir ustayla neler öğrenebilirim hissiyle çalıştım.Çok şey öğrendim.O bir kuyumcu'' dedi.
Röportajın tamamı
Hürriyet Kelebek
Cengiz Semercioğlu


23 Mayıs 2011 Pazartesi

Cannes Anadolu'yu sevdi!



Gala öncesi Nuri Bilge Ceylan ile Radikal gazetesi yazarı Erman Ata Uncu bir araya gelerek ''Bir zamanlar Anadolu'da'' filmini konuştular.Erman Ata Uncu'nun kaleminden Bir Zamanlar Anadolu'da..
''Şüphe duymadığım oyuncu: Yılmaz Erdoğan Galanın hemen öncesinde yoğun bir röportaj trafiğinin ortasında buluştuğumuz yönetmen, filmlerinin kendi adına konuştuğu düsturunun takipçisi bir sessizlikte olsa da en azından daha fazla oyuncuyla çalışmanın zorluğunu teslim ediyor. Daha ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’yla ilgili ayrıntıların yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladığı zamanlardan beri filmin en dikkat çeken özelliklerinden biri de bu oyuncu kadrosuydu. Tabii ki özellikle Yılmaz Erdoğan’ın bir Nuri Bilge Ceylan filminde oynayacak olması… Malum, oyuncu ve yönetmen halihazırda arkadaş. Ama filmi seyredince daha iyi anlaşılıyor, ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’nın komiseri için Yılmaz Erdoğan gibi bir isim en uygun seçimlerden. Ceylan’a Erdoğan’ın seçiminde daha önceki performanslarının etkili olup olmadığını sorduğumuzda “O da var” diyor ama ekliyor: “Ama zaten kıvrak zekası ve yaratıcı kişiliğiyle pek çok rolün üstesinden kolaylıkla gelebileceğinden şüphe duymadığım bir oyuncuydu Yılmaz.'' '' 
Erman Ata Uncu
Radikal Gazetesi
Yazının tamamı: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1050192&Date=23.05.2011&CategoryID=82

Ceylan'a bir ödül daha

                                                                                            *Cumhuriyet Gazetesi
Nuri Bilge Ceylan'ın yönettiği ''Bir Zamanlar Anadolu'da'' Jüri Büyük Ödülü'nü Jean ve Dierre Dardenne kardeşler'in '' Le Gamin au Velo'' filmiyle paylaştı.



Ödül töreninde konuşan Ceylan, ''festivalde, filminin en son gösterilen film olması nedeniyle ödül kazanmayı beklemediğini'' söyledi.
Jüri üyelerinin festival sonunda yorgun olacağı ve filmi yeterince değerlendiremeyeceği kaygısı taşıdığını ifade eden Ceylan, jüri üyelerine bu ödülden dolayı teşekkür ettiğini söyledi.Ceylan, yine filmin oyuncuları, yapımcısı ve tüm ekibe katkılarından dolayı teşekkür etti.




Belçim Bilgin'in heyecanı gözlerden kaçmadı.Yılmaz Erdoğan'ın beyazperdeye yansıtılan görüntülerini dakikalarca ayakta alkışladı.











Festival detayları ve foto galeri:http://fotogaleri.ntvmsnbc.com/cannesdan-en-guzel-kareler.html?position=28

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Galadan ilk görüntüler




64. Cannes Film Festivali'nde, Altın Palmiye için yarışan yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın, "Bir Zamanlar Anadolu"da isimli filminin galası bu akşam yapıldı.

Festival, yarın akşam düzenlenecek ödül töreniyle sona erecek. 

Cannes'da Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filmi görücüye çıkıyor!




Nuri Bilge Ceylan, aralarında Yılmaz Erdoğan'ın da yer aldığı oyuncuların katılımıyla 21 Mayıs Cumartesi günü saat 12.30'da basının önüne çıkacak ve filmle ilgili soruları yanıtlayacak.Filmin galası ise aynı gün saat 21.30'da yapılacak.

NTV,Ceylan'ın 'Bir Zamanlar Anadolu'da' filminin yapımcı ve oyuncularını buluşturdu.

Haberin videosu:
http://video.ntvmsnbc.com/#ceylanin-son-filmi-galadan-once-ntvde.html

20 Mayıs 2011 Cuma

Yılmaz Erdoğan ve Belçim Bilgin Cannes'da 'La Piel Que Habito' filminin galasında







Festivalde 'Anadolu zamanı'



64. Cannes Film Festivali'nde, Altın Palmiye için yarışan yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi 'Bir Zamanlar Anadolu' ilk sınavını veriyor.


Film, bugün basın ve eleştirmenler için yerel saatle 19.30 ve 22.00'de gösterime sunulacak. Usta yönetmen, bazı oyuncuların da katılımıyla yarın saat 12.30'da basının önüne çıkacak ve filmle ilgili soruları yanıtlayacak. Filmin galası, yine aynı gün saat 22.30'da yapılacak.


*Akşam Gazetesi
http://www.aksam.com.tr/festivalde-anadolu-zamani--41697h.html

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Bir Zamanlar Anadolu'da

Başrollerini Yılmaz Erdoğan, Muhammet Uzuner ve Taner Birsel'in paylaştığı, Nuri Bilge Ceylan'ın yeni filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da”, bir doktor ile cinayet soruşturması yürüten bir savcının 12 saatlik gerilimli hikayesini konu alıyor.

Yılmaz Erdoğan ve Belçim Bilgin Cannes Film Festivali Türkiye Standı'nda









http://www.flickr.com/photos/yilmazerdogan/5730742196/in/photostream/

EN HAYIRLI 11 GOL

                                                               *Fanatik Gazetesi
                                       
Geliri yardım kuruluşlarına bırakılacak maçta, Red Bull'un dünya şampiyonu pilotu Vettel ile Yılmaz Erdoğan, Ege ve Kerem Alışık gibi ünlüler de yer aldı.

Formula 1 pilotları ile sahne ve gösteri dünyasından ünlüler, Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu'nda "muhtaç çocuklara" yardım için karşı karşıya geldi. TOSFED öncülüğünde, Nazionale Piloti işbirliğiyle düzenlenen "Formula Futbol Şöleni"nde F1 takımı, All Stars ekibine 6-5 mağlup oldu. Red Bull'un dünya şampiyonu Alman pilotu Sebastian Vettel ile Renault'nun Rus pilotu Vitaly Petrott'un da aralarında bulunduğu F1 ve GP2 pilotlarıyla, Ali Stars takımında yer alan Erhan Önal, Hasan Şaş, Hami, Semih Yuvakuran, Zafer Öğer gibi eski futbolcularla Yılmaz Erdoğan, Ege ve Kerem Alışık gibi ünlülerin mücadelesi büyük takdir topladı...
İkinci yarıda Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı'na gelen Sebastian Vetter’in, stadı şaşırdığı, bu nedenle geç kaldığı bildirildi. Karşılaşma sonrası saha kenarında pasta kesilip iki takım oyuncularına günün anısına madalyalar verildi.

*Akşam Gazetesinden alıntıdır.




Nuri Bilge Ceylan'ın Altın Palmiye için yarışacak Bir Zamanlar Anadolu'da filmi 21 Mayıs'ta gösterilecek. The Guardian gazetesi filmi, Cannes'da görülmesi gereken 10 filmden biri olarak favori gösteriyor.

 BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA...

 Robert de Niro'nun başkanlığındaki ana jürinin 20 film arasından seçeceği büyük ödül için festivallerin üstadı ve 'stad olan aşina isimlerle yeni sinemacılar yarışacak. Ceylan'ın merakla beklenen Bir Zamanlar Anadolu'da filmi, bizi 21 Mayıs Cumartesi gününe kadar bekletecek. Yılmaz Erdoğan, Muhammet Uzuner, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış gibi erkek oyuncuların rol aldığı, psikolojik gerilim kıvamında film, belli ki insana dair çelişkili varoluşla ilgileniyor. Ceylan'ın rakipleri muhtelif. Finli Aki Kaurismaki'nin tipik kuzeyli, Italyan Nanni Moretti'nin güneyli mizahıyla benzer hınzırlıkları bekliyoruz. Varoluş sorunları denince İspanyol Pedro Almodovar ve Fransız Alain Cavalier de benzer minvalde insanlık hallerimizi sorgulayacak. Lars Von Trier aşk ve yoksunluk üzerine yine varoluş sancısında ama bu kez kozmik boyutta takılacak gibi. Amerikalı filozof sinemacı Terence Malick'in büyüme öyküsünde daha manalı bir kozmoz bulacağımız kesin. Bu yıl Lynn Ramsey gibi kadın sinemacıların öne çıktığı Altın Palmiye yarışının ödülleri 22 Mayıs akşamı açıklanacak ve açılıştaki gibi rahat ve romantik bir film olan Les Bien Aimes'nin gösterimiyle 12 günlük maraton sona erecek.



    11 Mayıs 2011 Çarşamba

    NEŞELİ HAYAT



    Müslüman mahallesinde ilk 'Noel Baba'!

    Erdoğan bu filmi alışveriş merkezinde gördüğü bir tipten yola çıkarak yazdı; son derece naif bir karakterin serüvenlerini anlatıyor.

    Yılmaz Erdoğan’ın “küçük adamın, büyük hikâyesi” olarak tanımladığı filmde, Rıza Şenyurt krismıs mevsiminin dünyadaki en sorunlu Noel babasıdır. Bir kere Noel Baba'nın tam olarak ne olduğunu bilmemektedir!!!

    Sırtında dünyanın yükünü taşıyan Noel Baba Rıza Şenyurt işi sonunda öğrenir: Hayat dediğimiz şey, çocukların inandığı yalanlardan daha gerçek değildir!!!

    10 Mayıs 2011 Salı

    ORGANİZE İŞLER


     
    BİZİ KİM KURTARACAK ?



    Bazısı araklama der bazısı yürütme, aşırma, çalma, her ne hal ise ORGANİZE İŞLER araklayanlarla araklananların hikayesidir.

    Samet,Süpermen’dir ama Kriptonsuzdur,Evreşelidir…

    Evreşenin yolları dar değildir ama yolları dar türküsü çok meşhurdur.

    Süpermen Samet bir gün Asım Noyan’la tanışır.

    Asım İşinin ehli,usta-çırak eğitiminden mezun ,prensip sahibi bir dolandırıcıdır.

    Yusuf Ziya Ocak ,hem sosyolog hem yazardır.Nuran Ocak ise hem fizik profesörü hem annedir,Umut onların kızıdır..

    Duralmaz Kardeşler ise bambaşka bir dünyanın insanlarıdır.

    Sayko Tugay ,Pepe Silvio,Suskun Üzeyir,Teneke Mahalleli İzzet Ayna,gizli kumarhane sahibi Altındiş Selahattin ve daha birçok kanuni ve (çoğunlukla)gayrı kanuni şahsiyet vardır İstanbul’un Organize İşler’inde..

    Herkes bazen kurtarılmaya muhtaç,bazen kurtarıcıdır.

    Kimin kimi kurtardığıın, kimin kimden arakladığının tam belli olmadığı dünya şahanesi İstanbul'da tüm işler organizedir ve organize her zaman işler.

    Hal böyle olunca koskoca Süpermen bile İstanbul'a gelince hayatının dayağını yer!Dara düştüğünüzde sizi birileri kurtarabilir.

    Asıl sorun o birilerinden bizi kim kurtaracak ?

    VİZONTELE TUUBA









    Şehre bir güzellik gelir!

      Türkiye’nin Güneydoğusu’nda, herkesin ve her şeyin “uzağında” küçük bir masal şehrinde geçer hikaye. 1980 yılının  yaz ayları... Tüm ülke siyasi bir kaosun içindedir. Siyasi şiddet ülkeye egemendir. Sağda ve solda onlarca değişik fraksiyon türemiştir. Bu anlaşılmaz saçma, acıklı ve komik “anarşik” atmosfer “Vizontele” şehrine çok başka ve kendine özgü biçimde yansımıştır. Bu şehirde hiç sağcı yoktur. Bunun yerine tam hangi konuda anlaşamadığı bilinmeyen iki dernek vardır; DEKD ve DFKD! (Bu isimde iki dernek gerçekte hiçbir zaman olmamıştır. Bu filmdeki kişi ve kurum isimlerinin tümü uydurmadır. Tıpkı orijinalleri gibi..!)

      Güner Sernikli bu uzak şehre sürgün edilmiş bir devlet memurudur. Her şeyin saçma bir rota izlediği günlerde Sernikli ailesi uzun ve çileli bir yolculuğun sonunda “Vizontele” şehrine gelirler. Kızı Tuba ise belki de o şehre “dışarıdan” gelmiş en güzel “şey”dir… Şehre gelen tüm aykırı şeylerin tanışacağı bir başka “şey” ise Deli Emin’dir elbette…







      - Şehrimize hoş geldiniz. Ben Emin.. Bazısı “Deli Emin” diyor, bazısı “Vizontele Emin”..

      Sernikli Ailesi, o yaz şehre sanki bir hediye paketi gibi gelir. Güner bilgiyi, Tuba güzelliği, safiyeti ve bizzat aşk’ı getirir… Başkan Nazmi Doğan ve Deli Emin bu “güzel” şeylerin kıymetini bilenlerin safındadır elbette. Ama azınlıktadırlar. Dönem karışıktır.

      Her acıklı şey bir komik hadiseye yol açmaktadır; ya da her komik hadise acıklı sonuçlar doğurmaktadır. Zaten “Vizontele” sözünün tam karşılığı da budur; “kesin galiba yani herhalde!!” 

      Evet o yaz şehre çok güzel şeyler geldi… Ama uzun süre kalamadılar…

    VİZONTELE





     Hakkari... 70'ler...
      Vizontele insanlarıyla bir kentin ve bir çocuıkluğun hikayesi...

       Yılmaz Erdoğan tiyatro oyunları, kitapları, sohbetleri aracılığıyla anlattığı Hakkari'yi şimdi de beyaz perdede seyircileriyle buluşturuyor. Çocukluğunun yaşandığı kent olan Hakkari'ye vizontelenin(televizyon) geliş öyküsünü anlatıyor; musluklara bir türlü su getiremeyen belediye başkanı Nazmi Bey, Rıfat'ı askere giden Sıti Ana, Rıfat'ın geride kalan sevgilisi Asiye, Eşenlerin gelini Fırkat, Sinemacı Latif, müteahhit Fikri, Mal Müdürü İzzet,haylaz torunlar Yılmaz, Mustafa, Aykut, sarhoş Ezo ve arkadaşları, devrimci gençler ve diğerlerinin öyküleri ile birleştirerek...

      Bir süreliğine çocukluğuna ve yetmişli yıllara geri dönüp oradan aktarıyor bize bu keyifli hikayeyi, kendine özgü bakışı ve anlatımıyla...

      Ve sinema, özlediği bir buluşmayı gerçekleştiriyor, Hakkari'nin, "vizontele"nin, insanların öyküleriyle... buluşturmak üzere bu sıcacık öyküleri başka hayatlarla ve başka öykülerle...

      Yolun sonu olan ve herşeyin geldiğinde zaten eskimiş olduğu bir kente devlet tarafından televizyonun gönderilişinin hikayesi...uzak görünen yerleri, insanları ve duyarlılıkları yanıbaşımıza getiren bir film...
    ve vizontele...


    Rıfat gidecek olmasa, daha da önemlisi Sıti bu gidişi dünyanın en önemli meselesi haline getirmese bu kalabalık toplanmayacaktı. Aslında Nazmi Bey de bu kadar tantanayı gereksiz buluyordu.Çünkü bu tip lüzumsuz toplaşmalar otlakçılar, beleşçiler içindi. Yani Ezo gibileri için. Bunlar cenaze evlerine bile taziye için filan değil, beleş yemek için giderlerdi. Hatta o sıra kayda değer bir ölüm hadisesi olmamışsa sahte ihbarlar bile yaparlardı... İşin en berbat tarafı, bu ekibin içinde Nazmi Bey'in büyük oğlu Ahmet de vardı.

    Şimdi de, yani evin salonunda kurulan upuzun yer sofrasında şehrin ileri gelen insanları yemek yerlerken Nazmi Bey, her vesileyle böyle bir yemek yenmesinin anlamsızlığını düşünüyordu. Hele ki mal müdürü İzzet Bey'in yuttuğu her dolmadan sonra parmağını ağzına sokup takma dişlerinin altına gizlenen posaları ağzının ön tarafına ve gündemin ilk sıralarına taşıması işi iyice tatsızlaştırıyordu. Tabii Karayolları şefi Casım'ın ağız şapırtılarıyla yaptığı katkıyı da unutmamak gerekirdi. Ağzında bir şey yokken bile şapırdatabilen ender insanlardan biriydi kendisi.

    Vizontele'nin özgün senaryosu ve romanından alınmış bu bölümleri filmde aynı sahnelere karşılık geliyor. Peki acaba "Vizontele" roman olarak filmin öncülü müydü? Yoksa bağımsız bir çalışma olarak mı kaleme alındı? İşte bu konuda romanın ve senaryonun sahibi Yılmaz Erdoğan'ın açıklamaları:

    "Bu, başından beri film olacak diye kurgulanmış bir projedir. Ona uzun bir tretman demek daha doğru olur. Bu, hikayede anlatmak istediğim her şeyi bir ağızdan kağıda dökmekti. Karakterlerin önünü, arkasını, derinliğini, geçmişini oluşturmak adına hem benim hem oyuncular için bir rehberdi. Çünkü senaryonun içinde bir roman derinliğinde karakter anlatmak zordur. Bu, oyuncular için de çok verimli bir şey oldu. Çünkü ben onları yazmasaydım oyunculara tek tek anlatacaktım. Senaryo dediğimiz şey en az hayat kadar gerçekçi olmalıdır. Bundan daha gerçekçi senaryolar da biliyorum. Vizontele de böyle bir senaryo oldu galiba. Sıti'nin doğumunda kaç çocuğu öldü, babası nasıl bir adamdı bilmesi gerekirdi. Roman biraz o maksatla yazılmış bir şey. Ama eğer bir gün kitap olacaksa bu şekilde olmasını isterim. Çünkü senaryo genel anlamda çok okunaklı bir şey değil. Romanla senaryo arasındaki temel ilişki budur."

    Yılmaz Erdoğan: İran'la Birbirimizi CNN' den tanıyoruz !

                                                 


    Filmin esas meselesi aşk. Siz neresinde duruyorsunuz bu aşkın?

    Ben aşık olan kişiyim. Ama karşıdaki bana aşık değil. Saplantılı bir aşk benimkisi. Filmin üzgün adamıyım. Filmde Monica ve Behruz birbirlerine aşıklar. Ben işi bozuyorum.
    Nasıl bir duygudur Monica Bellucci'ye aşık olmak?

    Hiç zorlanmıyor insan (Gülüyor). Monica Bellucci'nin çok güzel olduğunu ve ona dair pek çok şeyi biliyoruz ama bu kadar profesyonel, çalışkan, iyi bir oyuncu olduğunu bilmiyorduk. Öğretici bir şey de onunla çalışmak.

    Devrimde aşk nasıl yaşanıyor?

    Benim, Ekber'in düştüğü şekilde bir aşksa, bir tür şizofreni aslında.

    Devrim de bir tür şizofrenidir göndermesi var mıdır?

    O alt metinleri, göndermeleri yönetmen bilir. Bu benim sadece oyunculuk yaptığım ikinci tecrübem. Bütün enerjimi bir karakter olmaya harcayınca da geride kalanlarla uğraşmıyorum.. Onlar yönetmenin kafasında.

    Ghobadi'yle çalışmak nasıl?

    İlk kez doğaçlama çalışan bir yönetmenle setteyim. Farsça oynuyoruz bir de. O dili kendi ağzına yakıştırmak, kendi diyaloğun haline getirmek hem ilginç, hem eğlenceli. Bahman çok sevdiğim bir arkadaşım ve yönetmen. Birlikte çalışınca daha iyi tanıyor insan. Çok yaratıcı, çok hızlı, kıvrak zekası olan biri. Hepimiz çok memnunuz yönetmenimizden. 80 öncesinde çok ciddi bir Iran-Türkiye sinema işbirliği vardı. Ümit ediyorum ki bu film yeniden böyle bir birlikteliğin başlangıcı olsun.

    Sizin de filmlerinizde Bahman Ghobadi gibi yönetmenin hayatına dair parçalar görmek mümkün. Bu anlamda ortaklıklar olmalı aranızda.

    Var tabii, Üstelik şöyle de bir ortaklık var; o da İran'da bir Kürt diyarında doğup Tahran'da ortak Farsi kültürüyle büyümüş birisi. Ben de Kürt-Türk kültürüyle büyümüş biriyim. İkimiz de biraz sonradan doğduğu yerlerden kopup başka yerlerde büyüyen insanlarız. Her iki kimliği de tanıyan, her iki tarafa da yüksek empatisi olan.

    İstanbul'da neler oluyor filmde?

    Devrim sonrası İstanbul'a geliniyor ve İstanbul'da geçiyor hikaye. Bir şairin, Behruz'un üzerinden anlatılıyor. Filmin ilham kaynağı da o. Büyük aktör olduğu sete geldiğinde "Merhaba" dediğinde bile anlaşılıyor.

    Bahman Ghobadi ünlü insanlardan ziyade, tanınmayan isimlerle çalışan bir yönetmen. Monica Bellucci sürprizini nasıl değerlendirmeli?


    Bağımsız sinema dünyada da starlarla çok çalışır. Çalışmak zorunda değildir, bu bir gelenek değildir ama çalıştığı zaman da olumlu sonuçları oluyor. Büyük oyuncunun getirdiği büyük bir enerji de oluyor. Monica konuşmadığı sahnelerde bile varlığını hissettiren bir oyuncu.



    İRAN'LA İLGİLİ AMERİKALILAR GİBİ KONUŞUYORUZ. BİRBİRİNİ CNN'DEN TANIYAN ÜLKELER HALİNE GELDİK. OYSA İRAN YAN MAHALLE

    Karınız Belçim Bilgin'le aynı filmde oynamak nasıl?

    Belçim'le aynı sahneye denk gelmedik.Film boyunca da galiba hiç denk gelmiyoruz. Biraz Allah'ın işidir filmlerde casting. Birisini düşünürsünüz, her şey hazırdır ama son dakikada değişir.

    "Türkiye Iran olur mu?" tartışmalarına. Bu kaygılara ne diyorsunuz?

    İran'da da "Iran Türkiye mi oluyor?" kaygısı var. Beni asıl ilgilendiren şey bu kadar yakınımızda, yan mahalle İran'ı, sanatçılarını vs tanımıyor oluşumuz. Dünya düzeyinde böyle yakınları uzaklaştıran bir dünya siyaseti var. İran'la ilgili Amerikalılar gibi konuşuyoruz. Birbirini CNN'den tanıyan ülkeler haline geldik. Oysa Iran yan mahalle. Haber mantığı tatsızlıkları, çatışmaları, aykırılıkları ön plana çıkaran bir şey, güncel hayatı değil. İran'da güncel hayatın bir zindan olmadığını düşünüyorum.

    Libya operasyonu hususunda neler düşünüyorsunuz?

    Libya için değil ama Mısır, Tunus, Yemen'de olanlar Amerika'nın silahla yapacağını iddia ettiği dönüşümün kendiliğinden olması. Bunu bir tek şeye bağlayacaksan dünyanın yeni internet evresine bağlıyorum. Sınırları, bireyin müdahale alanını genişleten bir internet devrimi. Libya’nın şu an neden bombalanmaya başladığını tam olarak anlamış değilim. Ekonomik çıkarlara bağlıyorum.
    Sohbete başlamadan devrim fikrinde bir problem var demiştiniz. Bunu biraz açabilir miyiz?

    Başkasının devrimine dair batılılar kadar çok rahat konuşamıyorum. Iran halkının tercihlerine de saygım var ama...

    Nuri Bilge Ceylan'ın yeni filminde rolünüz nedir?

    Ben komiserim filmde. Anadolu'da bir hiç kimseyim. Sadece kendisini kendisinin önemsediği..

    Zor oldu mu komiser olmak?

    Bir role sevdalanmazsan oynayamıyorsun. Dolayısıyla onu da çok seviyorum. Dur bakalım ne yapacak...


    *Radikal Tv Hayat

    Erdoğan kötü adam

                                                                      *Radikal Tv Hayat


    İran asıllı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi,Türkiye'de çekeceği 'Gergedan'ın Son Şiiri' filminin kadrosuna,Monica Belluci'nin yanı sıra Yılmaz Erdoğan'ı da ekledi.

    Cannes'da Altın Kamera Ödülü'ne layık görülen 'Şarhoş Atlar Zamanı'başta olmak üzere filmleriyle büyük ses getiren İran asıllı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi,Türkiye'deki ilk filmi 'Gergedan Mevsimleri'nin çekimlerine başladı.Türkiye'de ilk olarak Beren Saat ile anlaşan Ghobadi,ardından Saat'in yakın arkadaşı Belçim Bilgin,'Hanımın Çiftliği'nin Kemal'i Caner Cindoruk'la el sıkıştı.Ghobadi daha sonra ise arkadaş olduğu dünyanın en güzel kadınları arasında gösterilen Monica Bellucci,'Gergedan Mevsimleri'nin çekimleri için mart başında İstanbula gelecek.Bellucci'nin hiçbir özel istekte bulunmadığı ifade edildi.

    Erdoğan kötü adam

    Bahman Ghobadi İran sinemasına büyük katkıları olan Behrouz Vossoughi'nin başrolünü canlandıracağı filminin kadrosunu son olarak bomba bir isimle daha da güçlendirdi.Filmde Vossoughi'nin çoccukluk arkadaşının gençliği rolü için Ghobadi,Yılmaz Erdoğan'la anlaştı.Filmde,Yılmaz Erdoğan'ı ilk kez kötü adam olarak izleyeceğiz.'Gergedan Mevsimleri'nde Vossoughi'nin gençliğine hayat verecek olan Caner Cindoruk ile çocukluk arkadaşını canlandıran Erdoğan yıllar sonra karşı karşıya gelecek.

    "Bir Zamanlar Anadolu" 21 Mayıs'ta Cannes'da!







    Cannes Film Festivalinde büyük ödül Altın Palmiye için yarışacak filmler arasına seçilen Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi "Bir Zamanlar Anadolu"nun galası, 21 Mayıs'ta Cannes'da yapılacak.


    Cannes Film Festivalinde büyük ödül Altın Palmiye için yarışacak filmler arasına seçilen Nuri Bilge Ceylan'ın son filmi "Bir Zamanlar Anadolu"nun galası, 21 Mayıs'ta Cannes'da yapılacak. 64. Cannes Film Festivalinde, Altın Palmiye için yarışacak 20 filmin gösterim tarihi kesinleşti. Festival komitesinden alınan bilgiye göre, Ceylan'ın filmi "Bir Zamanlar Anadolu"nun festival sarayındaki resmi gösterimi, 21 Mayıs'ta saat 22. 30'da gerçekleşecek. Filmin gösteriminden önce, Yönetmen ve oyuncular "kırmızı halıdan" geçerek salona girecek.


    Basın ve eleştirmenler için yine aynı gün saat 15. 00'da bir gösterim yapılacak ve bu gösteriminin ardından Yönetmen Ceylan, yabancı gazetecilerin sorularını yanıtlayacak. Nuri Bilge Ceylan'ın Yılmaz Erdoğan ve Taner Birsel'in baş rollerde yer aldığı filminin çekimleri Keskin'de yapıldı. Bosna-Hersek ve Türkiye ortak yapımı olan ve Eurimages tarafından desteklenen film, bir doktor ve bir savcının 12 saatlik gerilimli hikayesini anlatıyor. Ceylan, 2008 yılında "Üç Maymun" filmiyle Cannes'da en iyi Yönetmen ödülünü kazanmıştı. Festival, ünlü Amerikalı Yönetmen Woody Allen'ın, "Midnight in Paris" isimli filminin yarışma dışı gösterimiyle 11 Mayıs'ta açılacak. Bu yıl festivalin jüri başkanlığını Robert de Niro yapıyor. 20 filmin Altın Palmiye için yarışyacağı festival, 22 Mayıs'ta sona erecek.


    • Yapım:
    2011 ~ Bosna-Hersek, Türkiye 
    • Tür:
    Dram, Psikolojik 
    • Yönetmen:
    Nuri Bilge Ceylan
    • Oyuncular:
    Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış, Taner Birsel, Cansu Demirci, Ercan Kesal, Kubilay Tunçer, Murat Kılıç, Nihan Okutucu, Aziz İzzet Biçici, Burhan Yıldız, Celal Acaralp, Emre şen, Erol Erarslan, Fatih Ereli, Fevzi Müftüoğlu, Hüseyin Bekeç, Mehmet Eren Topçak, Mehmet öztürk, Muhammet Uzuner, Salih ünal, Şafak Karali, Turgay Kürkçü, Ufuk Karali, Uğur Aslanoğlu
    • Senaryo:
    Nuri Bilge Ceylan
    • Senaryo (Kitap):
    Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal
    • Yapımcı:
    Zeynep Özbatur
    • Görüntü Yönetmeni:
    Gökhan Tiryaki
    • Müzik:
    Thomas Roberts
    • Filmin Websitesi:
    www.nbcfilm.com/anatolia/anatolia.php?mid=1

    • Süre:2 saat 37 dk

    11 Nisan 2011 Pazartesi

    BENİM ZAVALLI HARFLERİM

    Çoktandır tanıyorum bu duyguyu. Bazen bir acı bazen sadece kimliksiz bir
    bulut sayesinde yirmi dokuz harfle burun buruna gelmek... Hadi yanındayız
    demeleri bana... Bizi hale yola sok, şekillendir, içindekilerden bir fihrist
    yap, sırala, yarala... Aslında komikler. Her şeye çare olabileceklerini
    sanıyorlar. Oysa beyaz kağıt üstünde bazen çaresiz lekelerden başka bir şey
    değiller. Mesela şu "a" harfini ele alalım. Üçünü bir araya getiriyorsun
    şaşkınlık oluyor. On tanesini yan yana diziyorsun çığlık kıvamına
    erişiyorlar.
    Harfler kendilerini bir şey zannediyor.
    Yazmakla ilgili ne söyleyebilirim ki, zamana karşı harf zaiyatı. İç
    yerlerinde beliren gri bir bulutu başkalarının da anlayabileceği hale
    getirme uğraşı. Oysa ne gerek var bilmiyorum. Kime anlatıyorum? Niçin? Hüzne
    fiyakalı bir edebiyat giydirmekten başka nedir ki yazmak? Ya da okuyanı
    gıdık yerinden dürtmek. Gülsünler diye. Üzülsünler diye... Anlasınlar,
    anlaşsınlar diye. Ve en kimseyle anlaşamayanların işiyken yazmak...
    Anlatabilseydim yazmazdım.
    Yazınca çekilir biri oluyorum, tek bildiğim bu. Hep başkaları için kağıda
    döküyorum içimin kirlenen seslerini. Evet sesler de kirlenir. Kokular bile
    hatta. Eski tadı kalmayabilir buğunun. Harflerin sözcük oluşturmak için bir
    araya gelmesi imece usulü bir hüzün inşaatıdır çoğu zaman.
    Bu kadar üzgün olmasam yazmazdım.
    Yeryüzünün bu yarımadasında (belki tam ada olsaydı her şey daha kolay
    olurdu), yani bu coğrafyası bile yarım ülkede topu topu yirmi dokuz
    arkadaşım var. Bazılarıyla çok az görüşsem de, mesela je ile çok samimi
    olduğumuz söylenemez, hep yanımdalar. Bütün sırlarımı biliyor ve benden izin
    alma nezaketini bile göstermeden açık ediyorlar her şeyi. Kimseyi ağız
    tadıyla aldatamıyorum bu yüzden. Çizgisiz bir beyaz kağıtla
    karşılaşmayagörsünler, her şeyi anlatıyorlar. Hem de en burkucu tarafından.
    Şiir diye bir şey tutturmuşlar, kimseye acımıyorlar.
    Bir tek senden korkuyorlar şu sıralar.
    Bak şimdi de lafı sana getirdiler gördün mü? Ne zaman seni görsem etrafta
    kimsecikler olmuyor. Harflerim zavallı seslerin gölgelerine saklanıyor. Oysa
    herkese seslerini gere gere bağırıyorlardı. Kendilerini arayıp da
    bulamadıkları bir cakayla bir araya getiren bir dimağ bulmuşlardı ve
    havalarından geçilmiyordu. Biz istersek bir araya gelir gülmekten öldürürüz
    hepinizi ya da göz pınarlarınızı kanatırız istersek diyorlardı. Onlar benim
    dilimin kayganlığını aşıp meşhur olmuşlardı. Herkesi etkileyebileceklerini
    düşünüyorlardı.
    Harflerim beni her şeye alet ediyordu.
    Ama senden korkuyorlar işte. En çok da suskunluğundan. Zaman durdu
    sanıyorlar sen susunca. Aptallaşıyorlar. Şimdi ne yapacağız diyorlar. Eyvah
    oluyorlar aniden. Ve panik halinde sesler çıkarmaya başlıyorlar. Onları
    unuttun, onları istemiyorsun sanıyorlar harflerim. Güleceksin belki ama
    kaşlarından bile ürküyorlar.
    Kaşlarının yayına takılı ok oluyor çünkü gözlerin. Baktığı yerden ses
    getiren gözlerin... Gözlerinin önünde küçülüyor harflerim. üzücü bir
    suskunluğun içinde durup "Hepinizi tanıyorum, şaşırtıcı değilsiniz, bizde bu
    harflerden çok var" der gibi bakıyor gözlerin.
    Gözlerin olmasa yazmazdım ve gözlerin yokken ben iyi bir yazardım.
    Bozdun harflerimin fiyakasını. Ve seninle karşılaştığım, yani annenin seni
    doğurduğu, bizim birbirimizi doğurduğumuz o günden sonra ilk kez bir araya
    geliyorlar. Tembelleşmişler. Birbirlerini ilk kez görüyor, ilk defa yan yana
    geliyor gibiler. Ama şimdi tuhaf bir hevesle bu korkuya direnerek toplanıp
    bağırmaya başlamalarının bir anlamı olmalı. Sanırım sana alışıyorlar.
    Kıvırcık saçlı küçük bir kız çocuğunun adının ilk harfinden aldılar işareti
    belki... Şaka yaptığını biliyorlar artık. Seni seviyorlar.
    İşte bu yüzden sürekli bana "Seni Seviyorum" dedirtiyorlar. Tekrara düşme,
    sıkıcı olma ya da anlamı aşındırma kaygısını bir yana bıraktılar. Çünkü
    onlar çok iyi biliyorlar ki iyi filmlerde çok zor söyletilir "Seni
    Seviyorum" cümlesi. Esas adam, yani sapına kadar insan yürekli, karizmasında
    fırtınalar barındıran ama işte allah kahretsin ki sevgisini gösteremeyen
    adam filmin sonunda, ölürken bazen. Hatta cümle "Seni hep sevdim" e dönüşür.
    Hep sevmiştir, gizli gizli ağlamıştır ama o cümleyi söyleyememiştir işte...
    Ama ben esas adamları sevmem. Esas adamlar sıradan insanlar içindir.
    Sırayı bozmasaydım yazamazdım.
    Şimdi harflerim sana, bütün cesaretlerini toplayıp kendilerine çekidüzen
    vererek ve "Beğenmezse bozulmayalım arkadaşlar" cümlesinin ardına saklanıp,
    sahip oldukları sesleri titrete titrete bir cümle hediye etmek istiyorlar:
    Merhaba, seni seviyorum, seni sevmeseydim yazamazdım.


    Yılmaz ERDOĞAN

    YENi BiN YILA MEKTUP YILMAZ ERDOGAN

    Yılmaz Erdoğan'dan Torununa Mektup




















    Sevgili torunum Yilmaz,


    (Bizim yasadigimiz donemde cocuklara dedelerinin adini koymak gibi adet vardi, bu aliskanlik hala suruyorsa, bu isimde bir torunum olabilir ama ben bu gelenegin bitmis olmasini umarim, zira sirf dedesinin adi Suayip diye hayati kayan yavrucaklar var.) Sana bu mektubu iki bin yilindan yaziyorum. Gazeteden istediler. Sen simdi gazete nedir, diye sorarsin! Biz bu yillarda haberi kagitlara yazip dagitiyoruz. Kabul ediyorum, cok zor ve cok ilkel bir yontem ama o kadarda kotu durumda degiliz canim, gecen gun deden buyuk bir fiyakayla internette chat yapti. Henuz geyik muhebbetinde kullaniyoruz bilgisayari ama olsun. Ayrica ben senin yasindayken buyuk buyuk dedemin bana yazdigi mektup iki ton agirligindaydi! Magaranin duvarina kazimis, getiren arkadas az kalsin gocuk altinda kaliyordu. Yani beterin beteri var Yilmaz'cigim. Aslinda bu mektubu sana biraz da ozur dilemek icin yaziyorum. Benden once yasamis cok akilli ve huzunlu bir Kizilderili'nin soyledigi "bu dunya bize atalarimizdan kalmadi, cocuklarimizdan odunc aldik" sozunu anlamasina anladik, hatta bir suru kartpostal da yaptik, cok guzel grafik tasarimlarla yazdik bu akilli adamin lafini ama yine de herseyi berbat ettik. Enerji lazimdi ve tepemizde gunes bazen on Saat cayircayir donerdi ama biz kendimizi bir golgeye atip nukleer salakliklarla ugrasirdik. Yani Su anda okul arkadaslarinin bazilarinin uc tane kulagi varsa bunda hepimizin sucu var. Ama sen benim torunum olduguna gore mutlaka yapmiyorsundur ama sakin o cocuga "kulagini ac da beni iyi dinle" turdunden kulak memesi kivaminda sakalar yapma. (Mektubun bu acikli bolumunun aynisi buyuk buyuk dedemin bana yazdigi mektupta da vardi maalesef. Umarim senin yazacagin mektup da boyle bir bolum olmaz.) Evet iklimi de degistirdik. Kitaplarda ya da bilgi kaynagi olarak ne kullaniyorsaniz iste onda yazanlar dogrudur. Bir ara dort mevsim vardi. Mesela bunlardan bir tanesinin adi bahardi ki inanamazsin butun insanlarda hatta hayvanlarda bile asik olma ihtiyaci uyandirirdi. Tabi bu durum kimi kazalara da yol acmiyor degildi ama yine de omrun en guzel mevsimiydi. Sonra yaz... O muhtesem kamasma... Ama hala anlamiyorum ayni yerde hem iseyip hem nasil yuzdugumuzu. Sevgili Yilmaz , iki bin yilina gelene kadar cok aptalca seylerle mucizevi isleri birarada yapmis insanogullarindan sadece birisi olarak ve buyuk deden olma sifatiyla sana soylemek istedigim sudur: Ben bilimkurgu sevmem. Bizde gelecegi duslerken Abartma adeti vardir. Inanmazsin benim cocuklugumda Uzay 1999 diye bir Televizyon dizisi vardi ve orada anlatilanlar gercek olsaydi benim gecen sene Jupiter'deki yazligima tasinmam gerekiyordu ama su anda en buyuk numaramiz yukariya binlerce uydu gondermis olmamizdir. Antenin hallicesi iste... Ben yuz yil sonra isinlanmayi bile becerse insan, insan kalacaktir diye dusunurum. (Isinlanma bizim bilimkurgucularin buldugu bir laf, Alay edeceksin onlanla, et") Sevgili Yilmaz, ucan Arabalara bile binsen, onur her insana lazimdir. Onurunu ve asik olma yetenegini asla kaybetme. Buyuk deden bunlara dikkat ederdi.Gozlerinden operim. Haa bu arada 2071 yilinda saniyorum buyuk bir tantanayla Turkler'in Anadolu'ya girisinin bininci yili kutlanmistir. Merak ettim Malazgirt'in yolu da yapildi mi?

    Deden Yilmaz Erdogan

    YALNIZLIK (Altan Erkekli tiyatroda seslendirmiştir)


    Yalnızlık. Her kimliğe doğuştan yazılı tek uğraşıdır insanın bir yaşama sırasında tek sermayesi, sahip olduğu tek şeydir kıymetini bilmelidir, dedi. Yalnızdır insan hep kalabalıklara karışma telaşı bundandır. Kalabalık yalnızlıklar, yalnız kalabalıklar oluşur, şehir şehir ülke ülke. Kalabalık arttıkça artmaktadır yalnızlık da. insan bir ölümü istemez, bir de ondan beter bir yalnızlığı ama ikisi de muhakkak gelir başına bir yalnız yaşama sırasında. Ölümün değil ama yalnızlığın bir tek çaresi var, dedi. Tek çaresi aşktır bir yalnız yaşama sırasında nefes almanın aşk da zaten iki yalnızın ortak bir yalnızlıkta buluşmasıdır, dedi aşık olun! Gösterin birbirinize yalnızlıklarınızı nasılsa ayrılık insanın tek kişilik yalnızlığını özlemesi. Sade ölüm değil, ayrılık da yaşamın emri.. Evet söyledi ya da ben duydum duyduğuma göre elbet bir ses söyledi bu söylendikçe usulen söylenir olan sözleri. Evet duydum söyledi her duyduğumda ağladım pek çok ağlayışım sırasında duydum. Kalbim tutanak tuttu duyduklarıma soruldu, dedi, cevap alındı yaşamak, dedi, tek marifetiniz -biraz özen gösteriniz. Zulüm kimse zalimlik yapmayınca biter -mazlumlar dahil, dedi.Aama yapmayın, o daha bir çocuk, dedi tanrı.. Ya gördüm neyleyim insanlar vardı duvarın içinde. Ya ben hep duvara konuştum ya da duvar değil konuştuğum, içinde insanlar var. Nedense beni anlasın istedim içinde insan olan duvarlar. bilmiyorum, belki de ben gerçekten delirdim onlar haklı belki de. İçinde değil duvarların insanlar sadece arasındalar...

    YIlmaz Erdoğan

    İyi Yalnızlıklar...



    Bazen önemli olan tek şey vardır: Bir bayram ya da tatil yüzünden ya da akla gelmedik bir başka nedenden ötürü yola çıkarsınız ve korkarım ki bazılarınız yolun sonunu göremez... Veya başka bir deyişle yolun sonunu görür!... Hedefinize varın ya da varmayın hepiniz için yolculuk başlar. Ve hepiniz sanal bir bayram neşesinden sıyrılarak yanağınızı otobüsün buğulu penceresine dayar ve yol boyu yalnızlığa garkolursunuz.

    İyi yolculuklar...
    Nereye giderseniz gidin yalnızsınızdır ve asıl yalnızların işidir yolculuk... Yola bakarken -mideniz bulanmasın diye- gidilecek yollarını düşünürsünüz hayatınızın. Herkessi ve her şeyi en hüzünlü, en insan tarafından düşünebilmenizi sağlar yolculuklar. Bir şehri terk etmenin garipliği, bir yere varmanın coşkusuna karışır.
    -- Varır varmaz ara tamam mı?

    Gece... Yanınızdan geçen ışıklı evleri insanların... Ve o ışıklı uzak evlerin içindeki ışıklı ışıksız hayatlar... Bir dağın ıssızlığına direnen küçük bir lambanın aydınlattığı tek göz odaya bir saniyeliğine bakarken "orada ben de olabilirdim" diye düşünmediniz mi hiç? Size uzak bir hayatın soğukluğunu hissetmediniz mi iliklerinizde? Tanrım burada nasıl yaşar bu insanlar diye düşünmediniz mi?

    Elbet bir gün yolun olmadık bir noktasında yakalar insanı şehirlerarası bir hüzün. Çünkü siz zaten ayrılık makamında bir yolculuğa çıkmışsınızdır. Sevdiklerinize ulaşmak için ayrılmışsınızdır sevdiklerinizden. Yol sizi en acıtan...

    Bir kasabanın içinden geçeceksiniz geceyarısı... Kasaba size çok anlamsız gelecek. Tek bir caddeyi seyreden karanlık ara sokaklar bırakacaksınız geride. Terk edilmiş loş vitrinler ve moralsiz florasan ışıkları bazı küçük birahanelerde... Arjantin Birahanesi yazacak efes pilsenli tabelasında ve siz 1978 yılında Arjantin'de yapılan dünya kupasını hatırlayacaksınız. O yıllardaki filintalığınızı mı düşüneceksiniz yoksa Kempes'in omuzlarına düşen saçlarını mı? Birahane sahibinin yetmişesekiz yılına saplanıp kalmışlığını mı? Yoksa yetmişsekiz yılının şurasına burasına devrilen gencecik hayatlarını mı arkadaşlarınızın? Hangisini düşüneceksiniz? Sadece tek bir tabela... Yanından saatte doksan kilometre hızla geçtiğiniz tek bir tabela hangi geçmiş üzüntüye götürecek sizi?

    Küçük yerlerde çok içen insanların kederine mi kapılacaksınız yoksa? En çok içilen yerlerin muhafazakarlığına mı takacaksınız kafanızı?

    Son kullanma tarihi bir türlü geçmeyen hüzünleri hatırlatır yolculuklar.

    Nereden baksanız üzücü trafik işaretleridir yollardaki...
    Nereden baksanız yalnızlık...

    Derken otobüs yolun üstünde bir otogara girecek, uykunuzdan uyanacak ve aydınlıktan tiksineceksiniz bir an. Birileri inecek, başka birileri binecek inenlerin sıcaklığının henüz bitmediği koltuklara...

    Birbirlerini çıplak görür yol arkadaşları... Oynamazsınız çünkü muhtemelen bir daha karşılaşmayacaksınız. Olabildiğince samimidir yol arkadaşlığı. Tabii çoğu zaman derinliksiz bir geyik muhabbeti eşliğinde. Yolcunun yalnızlığını giderecek bir derinleşme olmaz sohbette. Öylesine bir kimlik yoklaması ama yine de kimi aşklardan bile daha samimi. Çünkü hepiniz bilirsiniz ki ne kadar derine inerse ilişki, bazen o kadar derine saklanır yaralar.

    --Ne iş yapıyorsunuz birader?
    - Serbest meslek...
    --Gazeteye bakabilir miyim?
    - Tabii buyrun...
    --Gazetelerde de bir şey yok ya, bakıyoruz işte...
    - Öyle...

    Nereden baksan hüzün güzergahı...
    Nereden baksan yalnızlık...

    Sonra yol insanlarının yanından geçer gidersiniz. Kimi trafik polisidir, kimi herhangi bir yolüstü esnafı. Onlar en yalnızlarıdır yol ülkesinin... Hızla geçersiniz onların yorgun gözlerinin önünden... Kalıcı hiçbir şeyi yoktur yol insanlarının. Her şey yanından geçip gider onların. En fazla yarım saat durursunuz bir yol insanının yüreğinde...

    --Tuvalet ne tarafta?
    - İleride sağda.
    --Sağol...
    - Hayırlı yolculuk...

    Önünden binlerce seçenecek geçer yol insanının. Bir sürü araç gider Ankara'ya, İstanbul'a, İzmir'e... Yeni hayatlara gidilebilir herhangi bir vasıta vasıtasıyla... Ama yol insanının hayatı bu alternatiflerin kıyısında kalır hep. Arkasından bakar gıcır gıcır yaşamaklara koşan otobüslerin. Bahsettiğiniz hayatların gıcırlığı tamamen sizin kuruntunuzdur elbette. Yoksa, elinde benzin pompası, hızla kendi paslı hayatına göner yolinsanı. Onun hayatının paslılığı da sizin kuruntunuzdur elbette...

    İşte siz bunları düşünürsünüz yol boyu. Hiç tanımadığınız insanların dertleri içinizi soğutur, belki de cayır cayır yanarken otobüsün kaloriferi. Dedim ya yola çıktınız bir kere. Yalnızsınız ve her çeşit hüzne açıksınız...

    Sonra her yolculuk geçmiş yolculukları hatırlatır size. Oradan üç yıl önce de geçmiştiniz hatırladınız mı?.. Elinizin içindeydi sevdiğinizin eli. Zaten daha otobüs hareket etmeden uyuyakalırdı. Dünyanın en kısa yolculuklarını yapardı o. Siz onu seyrederdiniz yol boyu... O kadar sessiz o kadar hareketsiz uyurdu ki, arada bir nefes alıyor mu diye kontrol ederdiniz. Sanki yeni doğmuş çocuğunun yaşıyor olması mucizesini henüz kavrayamamış amatör bir baba gibi. Yemek molasında kıyamamıştınız uyandırmaya. Ama yine de en azından bir yoğurt yemeli diye düşünüp uyandırmıştınız güç bela... Uykusunun arasından dudaklarından öpmüştünüz hatırladınız mı? Çok sonra aynı dudakların arasından size düşman kelimeler çıkmıştı. Ayrılmak istiyordu çünkü başka birini seviyordu artık, hatırladınız mı? Usulca çekti elini elinizin içinden... Hâlâ parmak izleri var elinizin içinde, hatırladınız mı?

    Dedim ya yoldasınız... Nereden baksan hüzün taşımacılığı...
    Nereden baksan yalnızlık yakıyor aracınız...

    Eğer bir kazada bedavadan ölmezseniz varacaksınız oraya... Orada bir bayramı mümkün olduğunca anlamlı hale getirip sonra dönüş yoluna çıkacaksınız. Bütün bu sayılan hüzün bahanelerinden geçeceksiniz yine... Yol arkadaşınız yine yalnızlık olacak... Sonra varacaksınız asıl kentinize... Sonra yine tatiller, başka sebepler olacak. Yine düşeceksiniz yollara... Sonra yine döneceksiniz... Sonra yine.. yine... yine...

    Nereden baksan müebbet bir yolculuk...

    Hepinize iyi yalnızlıklar...

    İYİ VE KÖTÜ



    Biliyorum çoğunuz iyi insanlarsınız. Bu yüzden hep kötüler kazanıyor zaten. Birçok kötü, hatta alçak tanıdım. Çoğu neşeli insanlardı. Hiçbirinde çekingen bir ruh haline rastlamadım. Kötüler atık, iyiler pısırıktır. Etrafınıza bakın, en heyecan verici, en eğlenceli insanlar hep sahtekarlardır. Çünkü sahtekar sempatik olmak zorundadır. İyinin böyle bir mecburiyeti yoktur. İyi sıkıcıdır. Kadınlar "iyiler" e değil, güvenilmez erkeklere aşık olur. Bu yüzden zaten aşk denen altüst oluşla ancak bir üçkağıtçı başa çıkabilir. Aşkın tadını çıkaramaz iyiler. Onlar sarılıp sessiz bir uzanmayı aşk zanneder. Tekdüzedirler. Yavaştırlar. Kadınlar da onlarla dertlerini paylaşır ama gidip güvenilmezle sevişirler. Tutku kötülerin işidir. "Sessiz ve efendi bir insan" cümlesi ile tanımlanan bir iyilik kolaydır. Sahtekarlık daha zordur, maharet ister. Zeki, hızlı ve atak olmak zorundadır. Enerjiktir( tabii "kötü" kötüler konumuz dışındadır. Yani hem salak hem de kötü olmaya çalışanlar için düşünmeye ve yazmaya değmez). Üçkağıtçı....Sahtekarın en başarılı şekli. İyi bir hatiptir o. İnandırıcıdır. Konuştuğu zaman etrafındaki "tüm iyi ve dürüst" insanlar ağzının içinde kaybolur. Hem çok iyi fıkra anlatır hem de hüznün tüm renklerinden haberdardır. Kahkahasında pirzola tadı, hüznün de ise bazen ölümün sesi vardır. Adam başarılıdır. Yeteneklidir. İyilik kolaydır, kötülük ise maharet ister. İyi olmak için kimseye kötülük yapmamak yeterlidir. Ama kötü olmak için daha çok çalışmanız gerekir. İyi, kötü karşısında güvensiz, enerjisiz, çaresizdir. Filmlerde bile, iyi kötünün hakkından gelemez. "Yeminini bozar" ve kavgaya girer. Oysa kavga kötünün mesleğidir aslında. Biz "iyi" seyirciler perdedeki iyi adamımız kan döktükçe rahatlarız. Ve iyi kötüyü yendi diye seviniriz. Oysa artık hepimiz kötüyüzdür filmin sonunda. Hatta biz "kötü" den daha çok insan öldürmüşüzdür. Bir iyi için en zor olan, kötüye "Sen kötüsün" demektir. Çünkü iyi, utangaçtır. Hırsıza "hırsız" diyemez. Kötünün yerine utanır, sahtekarın yerine yüzü kızarır, hırsızın yerine yerin dibine geçer. Bu sırada kötüler, sahtekarlar, hırsızlar deli gibi eğlenmektedir. Çünkü onların yerine utanan, sıkılan, yerin dibine geçen bir çok iyi insan vardır. Şeytan bile bazen yorulur kötülük yapmaktan. Ama hayatlarını salt kötülük yapmaya adayanlar asla durmazlar, bunu çok iyi biliyorum. Güzel kıyafetleri, biryantinli saçları, resmi arabaları, siyah gözlükleri ve korumaları vardır. Ama ruhları şeytandır. Kötünün en büyük avantajı iyideki kahrolası utanma duygusudur. Bu duygu iyiyi öylesine zayıf düşürür ki ağzını açıp bir kelime bile söyleyemez. Halbuki öylesine kararlı çıkmıştır ki kötünün karşısına. Her şeyi açık açık söyleyecektir. Başına gelecekleri çoktan göze almıştır!...
    Yapamaz. Çünkü iyiler korkaktır. Çünkü iyiler herkese acır, en çok da kendilerine.
    Susmak, acımak, utanmak, korkmak...
    Farkında mısınız, ey iyi insanlar, ne kadar sıkıcı şeylerle uğraşıyorsunuz! Kötüler kazanınca da şaşırıyorsunuz! Tarih boyunca iyiler kazanmasa da, bir şekilde de ayakta kalmayı başardılar. İyinin yazgısı bu.
    Şeytan her zaman saldıracak, yere yıkmaya çalışacak, akılları karıştıracak ve iktidarına devam etmeye çabalayacaktır. Babalarımız iyi insanlardı ve bize de iyi olmamızı öğütlediler.
    Biz de iyi insanlarız.
    Ve çocuklarımıza da aynı şeyi öğütlüyoruz.
    Hepimiz kötülerin yanında çalışıyoruz.
    Haydi iyi insanlar!
    Haydi sessiz, efendi, sıkıcı, korkak, utangaç ve iyi insanlar!
    Çalışın !
    Kötülerin Size ihtiyacı var !

    Kıskançlık Krizi - Yılmaz Erdoğan



    ("Haybeden Gerçeküstü Konuşmalar" adlı kitabından alıntıdır.)






    ADAM- Kiminle Konuşuyordun?

    KADIN- Tanımazsın.

    ADAM- Tanısam Sormam Zaten.

    KADIN- Tanımadığın Birini Neden Soruyorsun?

    ADAM- Tanımak İçin.

    KADIN- Peki... Diyelim Ki Ahmet Diye Biri.

    ADAM- Tamam İşte... Bu Kadarını Merak Etmiştim Zaten.

    KADIN- İyi.

    ADAM- Yalnız... Şeyi Anlamadım: ADAMIN İsmi Ahmet Değil Ama Biz Şimdilik Ahmet Mi Diyelim Diyorsun? Olur Ya, Çocuğa Şimdilik
    Geçici Bir İsim Takmışlardır, Büyüyünce Değiştirebilsin Diye. Aferin, Çağdaş Bir Aileymiş.

    KADIN- Hangi Aile?

    ADAM- Ahmet'in Ailesi.

    KADIN- Neden?

    ADAM- Baksana Tedbirli Davranmışlar. Çoğunluk Böyle Yapmıyor. Bir İsim Koyuyorlar, Ölene Kadar Kalıyor. Hatta Öldükten Sonra Da Kalıyor. Bu Yüzden Sağda Solda Bir Sürü Recai İsminde Talihsiz Bebek Var. Böyle Haksızlık Olmaz. Çocuğun İsmi Berk Olur, Babanın İsmi Recai Olur.

    KADIN- Baba Da Bir Zamanlar Çocuktu...

    ADAM- Ama O Zaman Recai De İyi Bir İsim Sayılıyordu.

    KADIN- Haklisin.

    ADAM- .... Gerçek Adı Ne?

    KADIN- Kimin?

    ADAM- Ahmet'in?

    KADIN- Neden Bu Kadar Israr Ediyorsun Ki? Sonuçta Tanımadığın Biri.. Adı Ahmet
    Olsa Ne Olur, Ferit Olsa Ne Olur?

    ADAM- Peki Tanımadığım Birinin Adını Söylemekte Neden Bu Kadar Zorlanıyorsun Veya Soruyu Şöyle Sorayim; Kod Adı Ahmet Ya Da Ferit Olan Biriyle Ne Konuşuyorsun Sen? Belli Ki Yasadışı Bir ADAM.

    KADIN- Hayatım, İyimisin Sen?

    ADAM- Bilmiyorum. Ama Şimdiye Kadar Yasadışı Birşey Yapmadım, Yazı
    Yazmanın Dışında Tabi. Çünkü Bizim Yasalarımızda " Yazmak Mecburidir " Diye
    Birşey Yok, " Yazmasan Daha İyi " Diye Birşey Var. Hatta Kutsal Kitabımızda
    Da Yok. Tanrı " Oku " Diyor, " Yaz " Demiyor.

    KADIN- Çok Haklısın Sevgilim, Bu Yüzden Sen Yazını Yaz, Ben De İşlerime Bakayım.

    ADAM- Ama Böyle Yazı Yazamam Ki!.. Şu Anda Kafamın İçi Çok Karışık. Beynimin Yazıyla En İlgili Yerinde Meşgul Bir ADAM Oturuyor. Adama Adını Soruyorum, Çelişkili Cevaplar Veriyor. Bazen Ahmet Diyor, Bazen Ferit Diyor. " Peki Senin Karımla Ne İlgin Var " Diye Soruyorum, Cevap Vermiyor.
    " Neden Cevap Vermiyorsun Ahmetciğim " Diyorum, " Benim Adım Ferit " Diyor.
    " Peki Ferit Kardeşim, O Zaman Sana Sorayım, Karımı Nereden Tanıyorsun "
    Diyorum, " Benim Adım Ferit Değil, Ahmet'e Sor " Diyor.

    KADIN- Peki O Geniş Beyninin İçinden Mantıklı Birisi Çıkıp " Ya Kardeşim Neden Bu Kadar Taktın Bu Meseleye " Demiyor Mu? Yoksa Mantıklı Düşünceler Senin Beynine Uğramıyor Mu?

    ADAM- Sana ADAM ın Adını Soruyorum. Basit Bir Soru. Salakların Bile En Az Ecnebi Dilde Karşılığını Bildiği, Evrenin En Basit Sorusu: ADAM ın Adı Ne?

    KADIN- Çok Mu İstiyorsun Öğrenmeyi?

    ADAM- Evet Çok İstiyorum!

    KADIN- Adı İlhan.

    ADAM- İlhan?

    KADIN- Evet. İşte Sana Tanımadığın Bir ADAM la İlgili üçüncü Bir İsim. Rahatladın Mı Şimdi?

    ADAM- Hayır. Sanıyorum Daha Rahatlamama Çok Var. Beş Soru Sonra Belki... Birincisinden Başlayalım: Kim Bu İlhan?.. Dikkat Edersen Çok Kolay Sorular Soruyorum. Ne De Olsa Karımsın, Niye Kazık Sorayım!

    KADIN- İlhan Özel Birisi Değil.

    ADAM- Ama Özel İsim Kullanıyor. Şimdi Biz Nereye İlhan Diye Yazsak, İlk Harfi Büyük Yazmak Zorundayız. Yoksa Bu İlhan, İlhan Olarak Silik Biri De Ahmet Olarak Mı Bir Karizması Var? Peki Ne Zaman Ferit Oluyor, Resmi İşlemlerde Mi?

    KADIN- Tamam Tamam, Anlaşılan Sen Bu İşi Romana Dönüştüreceksin. Bu İlhan Bey Bir Doktor.

    ADAM- Sen Ne Biçim Konuşuyorsun Sevgilim, ADAM Koskoca Bir Doktor, Ama Sen Özel Biri Değil Diyorsun. Bunu Tabipler Odası Duymasın... Şimdi Geldik İkinci Güzide Soruya: Nereden Tanıyorsun Bu Doktor Jivago'yu? Gördün Mü Senin Ahmet, Ferit Veya İlhan'a Bir İsim Daha Buldum.

    KADIN- Yeni Tanıştık.

    ADAM- Yaa ?!

    KADIN- Neden Bu Kadar Şaşırdın? Ben İnsanlarla Tanışamazmıyım?

    ADAM- Tanışabilirsin De, Nerede Tanışmış Olabilirsin Onu Merak Ediyorum Ben. Okulda Desem Değil Çünkü Sen Tup Okumadın. Askerde Desem, Ömürboyu Tecillisin... Yok Yok Ben Bu İşin İçinden Çıkamayacağım. En İyisi Sana Sorayım: Nerede Tanıştınız Bu Sayın Doktor Ahmet Ferit İlhan Jivago İle?

    KADIN- Muayenehanesinde.

    ADAM- Gerçekten Mi? Ne Hoş... Aslında Sanıldığının Aksine Romantik Mekanlar
    Her Zaman Deniz Manzaralı, Ağaçlıklı Yerler Olmayabilir. Bazen Pekala Bir Muayenehane De Olabilir: Biraz İlaç Kokulu Ama Yine De Pencereden Süzülen Loş Işığın Yarattıği Duygusal Hava, Sürekli Çalan Telefon Sesine Israrla Cevap Vermemenin Yol Açtığı Tatlı Gerilim Ve Duvardaki Rafta Kardiyolojiyle
    İlgili Benzersiz Kitaplar... Vay Be İnsan Daha Ne İster Ki

    KADIN- Kardiyolojiyle İlgili Kitap Yoktu. İlhan Bey Jinekolog !

    ADAM- Jinekolog Mu? Yaşasın ! İşte Hep Karımın Birlikte Olmasını İstediğim
    Kişi. ADAM Jinekolog ! Yani Bir Kadının İç Yapısını En İyi Bilen İnsan ! Biz Diğer Erkeklerin Ancak Hissedebileceği Şeyi ADAM Açık Açık Görüyor. Hatta Elle Tutabilir Bile... Tuttu Mu ?

    KADIN- Gayet Tabi.

    ADAM- Eee? Durumunuz Nedir? Ciddimisiniz Yoksa Anlık Bir Elektrik Sonucu mu?

    KADIN- Valla İlhan Bey Çok Ciddi. Ona Kalırsa Ki Dediğin Gibi Bir Kadının
    İç Yapısını Çok İyi Biliyor, Kesinlikle Ve İki Aylık HAMİLEYİM !

    ADAM-....................

    KADIN- N'oldu Hayatım, Sustun?

    ADAM-....................

    KADIN- Bir De İşe Olumlu Tarafından Bak. Çocuğumuza İsim Bulmakta Zorlanmayacağız. Elimizde Bir Sürü İsim Var: Ahmet, Ferit, İlhan Veya Jivago...